Sürdürülebilirlik Mitleri

Sürdürülebilirlik, geleceğimizi güvence altına almanın temel anahtarlarından biri. Ancak bu kavramın içeriği boşaltıldığında, yalnızca yüzeysel çözümler üretip bizi rahatlatan ama hiçbir şeyi değiştirmeyen bir araç haline gelebiliyor. İşte tam da bu yüzden, sürdürülebilirlik söylemine eleştirel bakmak şart.
Gerçek dönüşüm; pazarlama stratejilerinden değil, sistemsel sorgulamalardan, toplumsal baskıdan ve kolektif eylemden geçer. Hangi alışkanlıklarımızı, hangi yapıları ve hangi çıkar ilişkilerini sürdürüyoruz sorusu, belki de en temel sürdürülebilirlik sorusudur.
Bu blogda incelediğimiz mitler, tek tek ele alındığında masum görünebilir. Ancak hepsi bir araya geldiğinde, bizi üretim ve tüketim alışkanlıklarımızı sorgulamadan “iyi hissetmeye” iten büyük bir çerçeve ortaya çıkar. Oysa asıl ihtiyacımız olan, iyi hissetmek değil; adil, şeffaf ve kalıcı çözümler üretmek.
Sürdürülebilirlik, son yıllarda neredeyse her sektörde karşımıza çıkan yaygın bir kavram haline geldi. Şirket logolarından hükümet politikalarına, gıda paketlerinden moda koleksiyonlarına kadar her yerde “sürdürülebilir” ya da “yeşil” etiketleri görmek mümkün. Bu artan görünürlük, küresel çevre krizlerinin ve iklim değişikliğinin yarattığı farkındalıkla doğrudan bağlantılı.
Ancak mesele şu: Her sürdürülebilirlik iddiası taşıyan eylem gerçekten sürdürülebilirliğe katkıda bulunuyor mu? Çevre dostu gibi görünen pek çok uygulama, aslında yüzeyde kalan ve sistemsel sorunları görünmez kılan bir illüzyondan ibaret olabilir. Bazı kavramlar, iyi niyetli çabaları gölgede bırakacak şekilde yanlış anlaşılabiliyor ya da kasıtlı olarak çarpıtılabiliyor.
Bu yazıda, sürdürülebilirlik söylemi etrafında örülen yaygın mitleri ele alacağız. Her biri kulağa mantıklı ve masum gelen bu mitlerin arkasında neler yatıyor, gerçekten çözüm mü sunuyorlar, yoksa bizi sadece “iyi hissettiren” ama etkisiz eylemler mi bunlar? Cevapları birlikte arayacağız. Keyifli okumalar.
Eko-Anksiyete: İklim Krizinin Psikolojik Etkileri adlı blog yazımızı okumak için tıklayın.
Geri dönüşüm, sürdürülebilirlik dendiğinde akla gelen ilk pratiklerden biri. Örneğin plastik, cam ve kağıt atıkları ayrıştırarak ilgili geri dönüşüm kutularına atmak bireysel sorumluluk duygusunu besleyen ve bize “üzerime düşeni yapıyorum” hissi veren günlük ritüellere dönüşmüş durumda.
Ancak meseleye daha yakından bakıldığında, geri dönüşümün düşündüğümüz kadar “yeterli’’ olmadığı ortaya çıkıyor. Öncelikle, birçok malzemenin geri dönüştürülebilir olması onun mutlaka geri dönüştürüldüğü anlamına gelmiyor. Geri dönüşüm altyapısı yetersizse veya kirli atıklar ayrıştırılamıyorsa, bu malzemeler yine çöplüklere ya da yakma tesislerine gidiyor.
Ayrıca geri dönüşümün kendisi de enerji, su ve kimyasal kullanımına dayalı bir süreç. Özellikle plastik gibi petrol bazlı ürünlerde, geri dönüşümün çevresel maliyeti sanıldığı kadar düşük değil. Dahası, çoğu plastik sadece birkaç kez dönüştürülebiliyor ve kalitesi zamanla düşüyor. Yani bu sistem döngüsel değil, ertelenmiş bir atık üretimi sürecine benziyor.
Tüm bunların ötesinde, geri dönüşüm mitinin en tehlikeli yönü şu: Tüketimi sorgulamak yerine, onu meşrulaştırıyor. “Nasıl olsa geri dönüştürüyorum” diyerek daha fazla ambalajlı ürün alabiliyoruz. Ancak Döngüsellik Boşluğu Raporu’na göre yıllık olarak kullanılan malzemelerin sadece %6,9’u geri dönüştürülmüş kaynaklardan geliyor. Bu oran “geri dönüşüm”ün sürdürülebilir kaynak tüketimi için tek çözüm olmadığını, “önleme” ve “yeniden kullanım” gibi daha radikal davranış değişikliklerine ihtiyacımız olduğunu gösteriyor.
“Biyobozunur” etiketi, çoğu tüketici için adeta bir vicdan rahatlatıcısı. Plastik poşet yerine “biyobozunur torba” almak, tek kullanımlık ürünleri daha az suçlu hissederek kullanmak mümkün hale geliyor. Ancak bu kavram, sandığımız kadar basit ve %100 doğal değil.
Her biyobozunur ürün doğada kendiliğinden yok olmuyor. Çoğu ürün ancak endüstriyel kompostlama tesislerinde, belirli sıcaklık ve nem koşullarında çözünebiliyor. Bu koşullar sağlanmadığında, biyobozunur ürünler de mikroplastiğe dönüşerek tıpkı plastikler gibi doğada uzun süre varlığını sürdürebiliyor. Mikroplastikler, karasal ve denizel ekosistemlerde canlılara ciddi zararlar verebilir.
Ayrıca “biyobozunur” etiketi çoğu zaman kafa karıştırıcı biçimde kullanılıyor. Kompostlanabilir, parçalanabilir ya da oksobozunur gibi farklı kategorilerle karıştırılabiliyor. Bu da tüketicinin bilinçli tercih yapmasını zorlaştırıyor.
Elektrikli araçlar, fosil yakıtlı otomobillere alternatif olarak sunulmakta ve birçok ülkede sürdürülebilir ulaşımın temel çözümü olarak değerlendirilmektedir. Reklamlarda genellikle sessiz, zararsız ve “yeşil” bir teknoloji olarak sunulan bu araçlar, gerçekten sıfır emisyonlu mu?
Kısmen. Elektrikli araçlar kullanım esnasında egzoz gazı salmıyor olabilir; ancak bu, onları sıfır emisyonlu yapmıyor. Üretim süreçleri ve kullanım ömrü boyunca ortaya çıkan çevresel etkiler emisyon hesabında dikkate alınması gereken konular arasında. Ayrıca; batarya üretiminde kullanılan lityum, kobalt ve nikel gibi madenlerin çıkarıldığı bölgelerde, yerel ekosistemlerin zarar görmesi, su kaynaklarının azalması ve toplulukların yaşam kalitesinin olumsuz etkilenmesi gibi çevresel ve sosyal sorunlar gündeme gelebilmektedir. Ayrıca, bazı bölgelerde bu madenlerin çıkarılmasında karşılaşılan çalışma koşulları etik standartlar açısından tartışmalıdır.
Ayrıca elektrikli araçlar için gerekli enerjinin kaynağı da önemli. Eğer elektrik üretimi hâlâ fosil yakıtlara dayanıyorsa, bu araçların karbon ayak izi düşündüğümüz kadar düşük olmayabilir. Yani, emisyon sadece yer değiştirmiş olur: şehir merkezinde değil, enerji santralinde salınır. Yenilebilir kaynaklardan enerji üretiminin desteklenmesi; elektrikli araçlara dönüşüm sürecinin ayrılmaz bir parçası olmalıdır.
Bu bağlamda, elektrikli araçlar mutlak bir çözüm değil; daha sürdürülebilir ulaşım sistemlerine geçişte bir araç. Gerçek çözümler, bireysel araç kullanımının azaltılması, toplu taşımanın güçlendirilmesi ve şehir planlamasının ulaşım ihtiyacını minimize edecek şekilde tasarlanmasında yatıyor.
Son yıllarda neredeyse her büyük markanın “sürdürülebilir koleksiyonları” var. Organik pamuklu tişörtler, geri dönüştürülmüş polyesterden üretilmiş pantolonlar, doğa dostu ayakkabılar… Peki bu koleksiyonlar gerçekten etik üretim ve çevresel duyarlılık vaatlerini yerine getiriyor mu?
Ne yazık ki çoğu zaman bu sadece bir pazarlama taktiği. Hızlı moda endüstrisi, "sürdürülebilirlik" söylemini kendi lehine kullanarak üretim modelini aynen sürdürmeye devam ediyor. %1 oranında geri dönüştürülmüş materyal içeren bir ürün “yeşil” olarak etiketlenebiliyor. Bu da yanlış bir çevresel sorumluluk algısı yaratıyor.
Sürdürülebilir moda söyleminin bir başka zayıf noktası ise üretim süreçlerinin şeffaf olmaması. Hangi koşullarda üretildiği, işçilerin haklarının korunup korunmadığı, ürünün yaşam döngüsü boyunca doğaya olan etkisi gibi kritik sorular çoğu zaman yanıtsız kalıyor. Dahası, ürünler “sürdürülebilir” olsa bile sürekli yeni koleksiyonlarla tüketimi teşvik etmek, sürdürülebilirlik ilkesine aykırı.
Gerçek sürdürülebilir moda, daha az üretmek, daha uzun ömürlü giysiler tasarlamak ve tüketiciyi onarmaya, yeniden kullanmaya teşvik etmekten geçiyor. Etik üretim, yalnızca kumaş tercihiyle değil; aynı zamanda işçi hakları, adil ticaret ve şeffaflıkla da ilgilidir.
Sürdürülebilirlik dendiğinde akla ilk gelen çoğu zaman çevresel koruma oluyor: doğayı korumak, karbon salımını azaltmak, plastik kullanımını sınırlamak… Ancak bu yaklaşım sürdürülebilirliğin sadece bir boyutunu temsil ediyor.
Gerçekte sürdürülebilirlik; çevresel, ekonomik ve sosyal olmak üzere üç temel ayağa dayanır. Bir uygulama çevre dostu olabilir, fakat emek sömürüsüne dayanıyorsa ya da yerel toplulukları mağdur ediyorsa, sürdürülebilir olarak tanımlanamaz. Örneğin bir şirket, karbon nötr olduğunu iddia edebilir ama kadın işçilerine adil ücret ödemiyorsa bu gerçek bir sürdürülebilirlik değildir.
Sosyal adalet, gıda egemenliği, toplumsal cinsiyet eşitliği, yerel halkların hakları… Tüm bunlar sürdürülebilirliğin ayrılmaz parçalarıdır. Sadece çevreyi koruyan ama sosyal eşitsizlikleri besleyen projeler, uzun vadede sürdürülebilirlik krizini daha da derinleştirir.
Dolayısıyla sürdürülebilirlik, sadece doğayı değil insan onurunu da korumalıdır. Ekolojik dengeyle birlikte toplumsal dengeyi gözetmeyen hiçbir çözüm gerçek bir çözüm olamaz.
Web sitemizde aktif bir kullanım deneyimi ve iyileştirme çalışmalarımız için zorunlu, foknsiyonel, analitik ve pazarlama çerezleri kullanmaktayız. Çerezlerin kullanımına ilişkin detaylı bilgi almak için Çerez Politikamızı inceleyebilir, tercihlerinizi değiştirebilir veya tüm çerezleri kabul ederek ilerleyebilirsiniz.
Çerez Tercihlerim
Web sitemizde aktif bir kullanım deneyimi ve iyileştirme çalışmalarımız için ziyaretçilerimizin tercihlerinin değerlendirilmesi amacıyla çerez kullanmaktayız. Kullanmakta olduğumuz çerezlerden sitenin çalışması için gerekli olan gerekli ve fonksiyonel çerezler dışında analitik ve pazarlama çerezleri siz etkinleştirmedikçe kullanılmayacak olup, vermiş olduğunuz onayınızı istediğiniz zaman geri alabilme imkanınız bulunmaktadır. İşlenmesine izin verdiklerinizi işaretleyebilir, çerezlere ilişkin daha detaylı bilgi sahibi olmak için metnimizi inceleyebilirsiniz.
Web sitemizin fonksiyonel ve güvenli bir şekilde çalışması için kullanılan çerezlerdir. Bu çerezlerin kullanılamıyor olması web sitesinin işleyişini etkilemektedir.
Web sitesi içeriklerinin uygun ve güvenilir şekilde kullanımı ile müşteri memnuniyetini arttırmak adına yapılan geliştirmeler için kullanılan çerezlerdir. Bu çerezlerin kullanımı ile yalnızca site içeriklerinin uygunsuz kullanımı engellenmektedir.
Web sitemizi nasıl kullandığınızla ilgili bilgiler toplayarak sitemizi geliştirmemize yardımcı olması için kullanılan çerezlerdir.
Müşteri memnuniyeti ile satış ve pazarlama faaliyetlerimizin arttırılması için kullanılan çerezlerdir.